18 Nisan 2017 Salı

İKTİSADA GİRİŞ II Ünite 4 özet

  Hiç yorum yok
İKTİSADA GİRİŞ II Ünite 4 özet
İKTİSADA GİRİŞ II Ünite 4 özet
Giriş
İktisadi büyüme, istihdam ve verimlilik iktisadın önemli
üç unsurunu oluşturmaktadır. Bu kavramlardan iktisadi
büyüme, topluma zamanla daha fazla mal ve hizmet
sağlanması ve tüketilmesi anlamına gelmektedir.
İstihdamın artması ise büyüme gerçekleştikçe daha fazla
bireyin iş imkanlarına ulaşabilmesini temsil eder.
Verimlilik ise kişi başına üretimin artması şeklinde
tanımlanmaktadır.
İktisadi Büyüme
İktisadi büyüme kısaca, Gayri Safi Milli Hasıla ya da
Gayri Safi Yurt İçi Hasıla ile ölçülen reel milli gelirdeki
artışlardır. Bu iki değişkenle birlikte kişi başına düşen reel
milli gelir de iktisadi büyümenin belirlenmesinde
kullanılan bir ölçüttür. Bu yönüyle bakıldığı zaman
iktisadi büyüme dönemler arasındaki hasıla artışı veya
azalışını temsil etmektedir. Dolayısıyla iktisadi
büyümeden bahsedebilmemiz için birbirini takip eden
dönemlere ait verilere ihtiyaç duyulmaktadır.
İktisadi büyüme ile ilgili diğer bir önemli kavram ise
‘70/büyüme oranı’dır. Bu oran toplam hasılanın ya da kişi
başına düşen gelirin ne kadar zamanda iki katına
çıkacağını hesaplamada kullanılan pratik bir yöntemdir.
Burada 70 sayısı büyüme oranına bölünürse hasılanın ya
da kişi başına gelirin ne kadar sürede iki katına çıkacağı
hesaplanabilir. Nüfusun veya bankalardaki mevduat gibi
parasal büyüklüklerin iki katına çıkma süresi de bu formül
yardımıyla hesaplanabilir.
Diğer taraftan iktisadi büyüme, tam istihdam gelir
seviyesinin diğer bir ifadeyle potansiyel ulusal gelirin
artmasını gerektirir. Bu durum grafiksel olarak uzun
dönem arz eğrisinin sağa kayması anlamına gelmektedir
İstihdam
Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre işgücü, 15 ile
60 yaş arasını kapsayan nüfusun toplam nüfusa oranı
şeklinde tanımlanmaktadır. Daha önce de bahsettiğimiz
gibi işgücü bir üretim faktörüdür. Genel olarak bir üretim
faktörüne olan talebi belirleyebilmek için iki kavrama
ihtiyaç duyulmaktadır. Marjinal ürün hasılatı (MÜH) ve
marjinal faktör maliyeti (MFM). Bu kısımda da işgücü
piyasası için söz konusu iki kavram üzerinde durulacaktır.
Bu kavramlardan ilki olan marjinal ürün hasılatı, üretime
katılan son işçinin işletmenin toplam hasılasına olan
katkısı ya da hasılada meydana getirdiği değişiklik
şeklinde tanımlanır ve şu şekilde gösterilir:
Piyasada oluşacak işgücü arzı ise bireylerin cari ücret
seviyesinde kendilerine ayıracakları boş zaman ile çalışma
istekleri arasındaki tercihlerine bağlıdır. Bu şekilde
bireysel olarak belirlenen çalışma saatlerinin toplanması
ile toplam işgücü arzı belirlenmiş olur. İşgücü piyasasında
denge ise toplam işgücü talebi ile toplam işgücü arzının
kesiştiği noktada oluşur. Bu nokta tam rekabet koşulları
geçerli olmak şartıyla, piyasada geçerli ücret düzeyini ve
istihdam edilecek toplam işçi sayısını göstermektedir
İşgücü piyasasında geçerli ücret seviyesinde çalışmak
istediği halde iş bulamayanlara işsiz, bu sayının toplam
işgücüne oranına ise işsizlik oranı adı verilmektedir. Bir
ekonomide işsizlik söz konusu olunca akla şu soru
gelmektedir: Geçerli ücretten çalışmak isteyen fakat
yeterli iş olmadığı için iş bulamayanlardan dolayı, yani
işsizlikten dolayı ekonomide ne kadar toplam hasıla
kaybedilmektedir? Ya da diğer bir ifadeyle geçerli
ücretten çalışmak isteyen herkes iş bulabilse idi yani
emeğin tam istihdamı durumunda ne kadar mal ve hizmet
üretilmiş olurdu? Bu durum, yani geçerli ücret düzeyinde
çalışmak isteyen herkesin istihdam edildiği durumda
yapılacak üretim, potansiyel üretim ya da potansiyel hasıla
olarak adlandırılır. Eksik istihdam durumundaki hasılaya
ise cari hasıla adı verilir. Bu iki hasıla arasındaki farka ise
GSYH açığı denmektedir. GSYH açığı ile ilgili yapılan ilk
çalışmada Amerikalı iktisatçı Arthur Okun, Amerika için
işsizlik oranı ile GSYH açığı arasındaki ilişkiyi
incelemiştir. Bunun için öncelikle doğal işsizlik oranı adı
verilen geçici ve yapısal işsizliğin toplamından oluşan bir
işsizlik tanımı yapılmıştır. Okun Yasası’na göre doğal
işsizliğin üzerindeki her 1 puan işsizlik, ABD için 2
puanlık hasıla kaybı anlamına gelmektedir. Görüldüğü
gibi işsizliğin en önemli maliyeti üretilebilecek potansiyel
bir hasılanın altında kalmaktır. Bununla birlikte işsizliğin
çok sayıda sosyo-ekonomik maliyetleri de söz konusudur.
Mal ve hizmet üretiminde kullanılan diğer bir üretim
faktörü ise toprak ve doğal kaynaklar faktörüdür. Toprak,
su, ormanlar, petrol, doğal gaz ve diğer madenlerin
zenginliği işgücü ve sermaye ile birleşince iktisadi
büyümede önemli rol oynar. Bazı istisnalar dışında doğal
kaynaklar bakımından zengin olan ülkelerde özellikle
petrol ve doğal gazın ülkeye göreli bir zenginlik getirdiği
de söylenebilir.
Bu bölümde bahsedilecek son üretim faktörü ise teknoloji
faktörüdür. Teknoloji kısaca, mal ve hizmet üretiminde
diğer üretim faktörlerinin nasıl bir araya geleceği
konusundaki bilgileri kapsar. Teknolojinin mal ve hizmet
üretimindeki en önemli katkısı aynı miktar üretim faktörü
ile daha fazla mal ve hizmet üretimini mümkün kılmasıdır.
Teknolojik değişme ve gelişmeler, ülkelerin sahip
oldukları bilimsel seviye ile de yakından ilişkilidir. Bu
nedenle özellikle gelişmiş ülkelerde teknolojiye sahip
olma ve teknolojiyi geliştirme yeteneği daha fazladır.
Gelişmekte olan ülkelerin birçoğu ise yeni teknolojilere
ulaşma ve geliştirme konusunda gelişmiş ülkeler kadar
yüksek potansiyele sahip değildirler. Ancak özellikle son
yıllarda teknolojinin önemini anlayan bazı gelişmekte olan
ülkelerde de teknolojik ilerlemelerin hızlandığı
görülmektedir.
Verimlilik
Verimlilik en kısa şekliyle, üretimin kullanılan üretim
faktörlerine oranı şeklinde tanımlanır. Verimlilik işgücü
verimliliği ya da sermaye verimliliği olarak ölçülebileceği
gibi toplam faktör verimliliği şeklinde de ölçülebilir.
Toplam faktör verimliliği (TFV) ise toplam üretimin
(hasılanın), bu üretimi gerçekleştiren sermaye stoku ve
işgücüne oranıdır. İktisadi büyüme ise hem üretim
faktörlerinin hem de teknolojinin gelişmesiyle
mümkündür. Teknolojinin gelişmesi üretim faktörlerinin
verimliliğini arttırır. Üretim faktörlerindeki artışla birlikte,
üretim faktörlerinin verimliliği de artıyorsa, hasıladaki
artış üretim faktörlerinin büyüme hızından daha fazla
gerçekleşir. Dolayısıyla bu şekilde iktisadi büyüme oranı,
toplam faktör büyüme oranı ve üretim faktörlerinin
büyüme oranının toplamına eşit olacaktır.

17 Nisan 2017 Pazartesi

MAHALLİ İDARELER MALİYESİ Ünite 3 özet

  Hiç yorum yok
MAHALLİ İDARELER MALİYESİ Ünite 3 özet
MAHALLİ İDARELER MALİYESİ Ünite 3 özet
Devlet Sistemleri ve Mahalli İdareler
Yerinden yönetim, siyasal ve idari olmak üzere iki açıdan
ele alınmaktadır.
Siyasal yerinden yönetim, yasama, yürütme ve yargı güç
ve yetkilerinin tek bir merkeze değil, farklı merkezlere ait
olup yürütülmesidir.
İdari yerinden yönetim ise; yasama ve yargı gücüyle
yetkilerinin merkezî yönetime ait olması, ancak kimi
hizmetlerin yerine getirilmesi için çeşitli bölgelerde bazı
organlara özerklik tanınmasıdır.
Devletler siyasal yapıları bakımından; üniter devlet
sistemi ve federal devlet sistemi olmak üzere iki şekilde
kurulabilmektedir. Federal devletler; genel eğilim
itibarıyla idari açıdan yerinden yönetim özellikleri
gösterirler. Üniter devletler ise; idari açıdan merkezî
olabildiği gibi, yerinden yönetim usulleri ile de uyum
gösterebilirler.
Kamu yönetiminde yeniden yapılanmaya gidilirken her
ülkenin kendine özgü koşulları olduğu ve tek tip bir yerel
yönetim düzeninin bulunmadığı görülmektedir. Yerel
yönetimler egemen bir devletin ya da yarı egemen bir
federe devletin, belli bir alanda yaşayan insanlara kamu
hizmeti sağlayan ve egemenlik hakkı bulunmayan alt
coğrafi birimleridir.
Üniter Devlet Sistemi: Devletin ülke, millet ve egemenlik
unsurları ile yasama, yürütme ve yargı organları
bakımından teklik özelliği gösteren devlet şeklidir. Siyasal
yönden merkeziyetçiliği simgelemektedir. Devlet
unsurları, devletin organ ve yetkilerinde teklik söz
konusudur. Üniter devlet sistemleri devletin ülke, millet ve
egemenlik unsurlarının bölünmezliği ilkesine
dayanmaktadır. Ülke unsuru açısından ülkenin il ve ilçe
gibi bölümlere ayrılması ancak günlük idarenin
yürütülmesi amacıyla gerçekleştirilebilirken ülkeyi
oluşturan birimlerin basit idari yetkiler dışında yasama ve
yargı yetkileri yoktur. Millet açısından bakıldığında üniter
devletin insan unsuru tek bir ulustan oluşur. Egemenliğin
bölünmezliği unsurunda egemenliğin muhatabı ve kaynağı
olan ülke ve milletin tek olması vurgulanır.
Mahalli idareler ise belirli bir bölgede yaşayan insanların
o bölgede yaşamalarından kaynaklanan ihtiyaçlarını
karşılamak için oluşturulur. Yerel yönetimler ayrı bir tüzel
kişiliğe ve bütçeye sahiptir, karar organları seçimle görev
başına gelir ve merkezî idarenin yerel yönetimler üzerinde
bir hiyerarşi yetkisi yoktur.
Federal Devlet Sistemi: iki veya daha fazla, uluslararası
kişiliği olmayan bölgesel devlet yönetiminin biraraya
gelerek oluşturdukları merkezî devlet şeklidir. Federal
devletler, kendisini oluşturan devletlerin ortak fakat sınırlı
olmayan çıkarları doğrultusunda kurulur. Federasyonda
federal ve federe olmak üzere iki tür devlet vardır. Bunun
doğal sonucunda federal devletlerde iki tür egemenlik, iki
tür ülke ve vatandaşlık söz konusudur. Bunlardan federal
devlet uluslararası kişiliğe sahip olan devlettir. Federal
devletin temsil ettiği irade ve egemenlik bir bütün
hâlindedir. Federe devletler ise uluslararası kişiliğe sahip
olmamakla birlikte federal anayasanın ön gördüğü sınırlar
çerçevesinde iç bağımsızlıklarına sahiptirler. Federal
devleti oluşturan federe devletlerin kendilerine ait ülkesi,
halkı, yasama ve yargı yetkisi yani egemenlikleri vardır.
Bu çerçevede hem federal devletin hem de federe
devletlerin kendilerine ait yasama, yürütme ve yargı
organları bulunmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde Mahalli İdareler
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), modern federalizmin
kurucusu olarak kabul edilmektedir. Burada eyaletler ve
federal devlet ayrı ayrı egemen kabul edilir. ABD federal
bir devlet olarak egemenliği federal devletle, federe
devletler (states) arasında paylaştırmıştır. ABD’de federal
devlet sadece anayasayla kendisine verilen yetkilere sahiptir. ABD’de yerel yönetimlerin geçmişi 18. yüzyıla
kadar uzanmaktadır. ABD’de yerel yönetimlerin uzun
sayılabilecek bir geçmişi olmasına rağmen tek tip bir
model ortaya çıkmamıştır. Federal Anayasa’ya aykırı
olmamak kaydıyla federe devletler diledikleri
düzenlemeleri yapabilmektedirler. Bu nedenle de yerel
yönetimlerin yapıları, organları, görevleri, maliyesi ve
personeli konusunda eyaletten eyalete farklılıklar göze
çarpmaktadır.
ABD’de yerel yönetimler güçlerini merkezî yönetimden
almadıklarından dolayı oldukça bağımsız bir yapı
göstermektedirler. Bu statüyü halkın egemenliği
kuramından aldıkları ileri sürülmektedir. Birçok eyalette
özellikle büyük kentler, kendilerine genel yetki veren
özerklik beratına (home-rule charter) sahiptirler. Bunun
anlamı, eyalet yasaları ve kendi beratları sınırlamamak
kaydıyla bu kentler, her tür faaliyette bulunma hak ve
yetkisine sahiptirler.

15 Nisan 2017 Cumartesi

ÇALIŞMA EKONOMİSİ Ünite 8 özet

  Hiç yorum yok
ÇALIŞMA EKONOMİSİ Ünite 8
ÇALIŞMA EKONOMİSİ Ünite 8
İşsizliğin Tanımı ve Ölçülmesi
İşsizlik kavramı, iktisadi olarak çalışma istek ve
yeteneğine sahip olduğu halde cari ücret haddinden iş
bulamama durumu olarak tanımlanabilir. Bu tanıma uygun
olarak Uluslar Arası Çalışma Örgütü işsizliğin
ölçülmesinde 3 kriterden söz eder. Bunlardan ilki “işi
olmama”, ikincisi “halen çalışmaya hazır olma” ve
sonuncusu da “iş arama” dır.
İşsizlik Oranı: Bir ülkedeki işsiz sayısı işsizliğin şiddetini
göstermede yeterli olmayabilir, bunun için işsizlik oranı
kullanılır. İşsizlik oranı, işsiz sayısının toplam işgücü
içerisindeki oranı olarak tanımlanabilir ve işgücü içindeki
işsizlerin nispi ağrılığını gösterir. Bu orandaki artış
ekonomide bir daralmayı, azalış ise ekonomi de
genişlemeyi gösterir. Ülkedeki ekonomi tam istihdam
düzeyinde olsa bile belli oranda işsizlik olacaktır. İşte bu
işsizliğe “doğal işsizlik” denir ki bu en düşük işsizlik
oranıdır.
Konjonktürel İşsizlik: Ekonomik faaliyetlerdeki dönemsel
dalgalanmaların yarattığı bir işsizlik türü olan
konjonktürel işsizlik “devri işsizlik” ya da “yetersiz talep
işsizliği” olarak da adlandırılır. Bu tür işsizlik ekonominin
daralma dönemlerinde artarken genişleme dönemlerinde
azalır. Konjonktürel işsizliğin en temel nedeni piyasada
yeterince iş olmamasıdır. Ekonomide yaygın olarak
görülen konjonktürel işsizlik, dayanıksız mal üreten sanayi
kollarının aksine dayanıklı mal üreten sanayi kollarında
daha çok görülür. Bu işsizliğin süresi geçici işsizlikten
daha uzun yapısal işsizlikten ise daha kısadır.
Mevsimlik İşsizlik: Gelişmekte olan ülkelerde sıkça
rastlanan mevsimlik işsizlik, mevsim koşulları ve
değişmeleri sonucu bazı mal ve hizmetlerin üretiminin
azalması ya da bazı mal ve hizmetlerin talebinde meydana
gelen düşüşler neticesinde ortaya çıkan işsizlik olarak
tanımlanabilir. Konjonktürel işsizlik gibi emek talebindeki
dalgalanmadan kaynaklanır fakat mevsimlik işsizliğin
diğerinden farkı bu dalgalanmaların beklenen ve
sistematik olmasıdır. Tarım, turizm ve inşaat sektörlerinde
etkili olan bu işsizlik türünün genel olarak iki sebebi
bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hava şartları ve mevsim
değişmeleri sonucu üretimde meydana gelen aksamalar,
ikincisi ise mevsim koşulları ve değişmeleri sonucu bazı
mal ve hizmetlerin talebinde ortaya çıkan düşüşlerdir.
İşsizlik ve Enflasyon İlişkisi: Philips Eğrisi
İktisat politikalarının iki temel amacından biri fiyat
istikrarı iken diğeri tam istihdamın sağlanmasıdır.
Birbiriyle çelişen bu iki amaçta ya fiyat istikrarına öncelik
verip işsizliğin artması kabul edilecek ya da işsizlik
oranının aşağı çekilmesi için enflasyon artışına razı
olunacaktır.
İşsizlik Sorununa Yaklaşımlar ve Emek Piyasası
Politikaları
İşsizlik sorununa yönelik yaklaşımlar ülkeden ülkeye
değişim gösterir. Bu yaklaşımların birçok çeşidi vardır ki
bunların bir ucunda ekonomik genişlemeye öncelik veren
liberal yaklaşımlar varken, diğer uçta istihdam
politikalarına öncelik veren yaklaşımlar bulunur.
İşsizlik sorunu ile mücadelede bilinen en etkin yol
“ekonomik büyüme”dir. Fakat bu tek başına yeterli
değildir. İşsizliğin türü de önemlidir.
İşsizlik sorunuyla mücadelede izlenen emek piyasası
politikaları iki türe ayrılır.
İşsizlik sigortası ile işsiz bireye yapılacak olan ödeme,
oldukça cömert olduğunda kişi işsiz kalmayı tercih
edebilir. Bu da işsizlik sigortasının pasif olarak yürüttüğü
işsizlikle mücadele görevini engeller ve hatta onu işsizliğe
yol açan bir neden hale getirir.
İşsizlik yardımı ile işsizlik sigortasının en temel farkı,
işsizlik yardımında işsizin pirim ödemiş olma
zorunluluğunun olmamasıdır. Bu uygulama da işsizlik
sigortası gibi işsiz kalmayı cazip hale getirebilir. O halde
her iki uygulamanın da başarılı olabilmesi için; yapılacak
ödemelerin düşük tutulması, zamanla bu ödeme
tutarlarının azaltılması, istihdam kurumları tarafından
yapılan uygun iş önerilerinin kabul edilmemesi halinde
durdurulması gibi kurallar uygulanmalıdır.
Aktif Emek Piyasası Politikaları: Emek piyasalarının
yapısal problemleriyle savaşan ve uzun dönemli
işsizliklerin istihdam edilebilirliklerini artıran aktif
politikalar, pasif politikaların aksine hükümetlerce daha
sık kullanılır. Aktif politikalar işsizlere yalnızca gelir
desteği sağlamak yerine, onların çalışma hayatlarına
dönüşlerini kolaylaştırmayı amaçlar. Aktif politikaların
öncelikli hedef kitlesi uzun dönemli, genç, kadın, göçmen
ve engelli işsizlerdir.
Aktif politikalar işsizlik süresini kısaltarak işsiz bireyin
daha verimli iş aramasını, aynı zamanda onu işsizlikten
kurtararak vergi tabanının genişletilmesi, dolayısıyla da
işsizlik sigortası ve yardımı üzerindeki yükü hafifletmesi
gibi emek piyasasına olumlu etkileri vardır. Fakat bunun
yanında aktif politikaların olumsuz etkilerinden de söz
edilebilir. Örneğin, aktif programlar oluşturulurken bazı
dezavantajlı gruplar hedeflenir, eğer bu hedefleme isabetli
yapılmazsa etkinlik kaybı ortaya çıkabilir. Başka bir
olumsuz etki de belli grupların istihdamının sübvanse
edilmesinin diğer grupların istihdamını azaltmasıdır. Bir
diğer istenmeyen etki de ekonominin genişleme dönemine
geçilip de uygulanan sübvansiyonlar kaldırılmak
istendiğinde çeşitli baskı gruplarının bunu istememesidir.
Türkiye’de İşsizlikle Mücadele ve Emek Piyasası
Politikaları
Ülkemizde istihdam sorununun çözümü ekonomik
kalkınma sürecine bağlanmıştır. Kalkınmanın da
ekonomik büyüme olarak görülmesiyle sorunun sosyal
boyutları göz ardı edilmiş, dolayısıyla da sorun giderek
büyümüştür.
Türkiye’de işsizliği önlemeye yönelik çalışmalar, “planlı
dönemle” başlamış olsa da istihdam programları ve
makro-ekonomik gelişme stratejilerinde köklü bir
değişimin yaşandığı 1980 yılı temel alınarak; istihdam
politikaları, 1980 öncesi ve 1980 sonrası olarak iki dönem
olarak incelenebilir.
1960-80 yılları arasında Türkiye’de “ithal ikamesi”
esasına dayanan hızlı bir sanayileşme yaşanmıştır. 1980’e
kadar yerli üretim politikalarının egemen olduğu kalkınma
planlarında istihdam sorunun çözümü için ekonomik
büyüme hızı ve sanayileşme esas alınmıştır. İş bulmanın
ekonomik büyüme hızı ve sanayileşmenin bir sonucu
olarak görülmesinin yanında 1980lerdeki kalkınma
planlarında işsizlik sorununa yönelik farklı yaklaşımlarda
görülür. Bu farklılaşmanın nedeni olarak işsizlik
sorununun giderek ağırlaşması ve dönemin siyasi koşulları
gösterilebilir.
24 Ocak 1980 kararları ile “ithal ikamesi” ne dayanan
sanayi stratejisi terk edilmiş, “ihracata dayalı” sanayileşme
modeline geçilmiştir. Bu da istihdam politikalarını
derinden etkilemiştir.
1980 sonrası özelleşmeler ile devlet, işveren konumundan
uzaklaşmış ve istihdam sorunun çözümü, özel
girişimcilere kalmıştır. Bu da işsizlik sorununun giderek
ağırlaşmasına sebep olmuştur.
1980 sonrası kalkınma planlarında girişimciliğin teşvikine
ve küçük işletmeciliğin geliştirilmesine yapılan vurgu,
işsizliğin önlenmesi ve istihdamın geliştirilmesinde önem
arz eder. Ne var ki bu dönemin siyasi koşulları nedeniyle
girişimcilik ruhu yok edilmeye çalışılmıştır. Bu da
bireylere “kısa yoldan zengin olma” yollarını aratmıştır.
Şimdiye kadar yapılan kalkınma planlarında istihdam
sorununa ve işsizliğe gereken önemin verilmediği görülür.
Hâlbuki bu soruna somut, uygulanabilir ve kapsamlı
politikalarla çözüm getirilmelidir.
1993 yılında başlayan “İstihdam ve Eğitim Projesi” ile
özel istihdam kurumlarına izin vererek şunlar
hedeflenmiştir: İstihdam hizmetlerinin çeşitlendirilmesi
ve etkinliğinin artırılması, beceri düzeyi düşük işsizlere
mesleki eğitim vererek üretken istihdamının sağlanması,
standartları sınav ve belgelendirme sisteminin kurulması,
emek piyasası enformasyon sisteminin geliştirilmesi ve
kadın istihdamının artırılması.
Türkiye’de 2009 yılından itibaren yaygın olarak
uygulanan aktif emek piyasası programlarının
finansmanını sağlamak amacıyla İşsizlik Sigortası Fonuna
bir önceki yıl içinde aktarılan devlet payının %30’unun
Türkiye İş Kurumu’nca bu amaçla harcanmasına izin
verilmiştir.